Horasan/Azerbaycan Medeniyet Havzasının İslam Sonrası Siyasi İradesini Temsil Eden Devletler Üzerine
Horasan/Azerbaycan Medeniyet Havzasının İslam Sonrası Siyasi
İradesini Temsil Eden Devletler Üzerine
Rahim CAVADBEYLİ (JAVADPOUR)[1]
Burada kısa şekilde son iki yüzyılda varlığı yok sayılan Horasan/Azerbaycan Medeniyet Havzasının klasik hükümranlık ve
mensubiyet kimliğinin siyasi cihetten özünü teşkil eden devlet sürekliliğini
izah edip, günümüz İran, Azerbaycan, Türkiye, Türkmenistan, Özbekistan,
Kazakistan, Kırgızistan ve diğer kardeş Türk devletleri başta olmakla genel
itibarıyla tarihen Avrasya’yı kapsayan Horasan/Azerbaycan Uygarlık Üreten
Medeniyet Havzası doktrinine ve bu doktrin üzerinden mevcut bölgesel sorunların
giderilmesine yönelik çözüm yollarına değinilecektir.
Azerbaycan,
İran ve Güneydoğu Anadolu başta olmakla Batı Asya Türk olarak tanımlanan halkın
en eski yurdudur. Türkler, bin yıllarca ve İslam sonrası asırlarca uygarlık
üreten medeniyet birikimine sahiptir.
Atatürk’ün
doğrudan talimatı ve nezareti altında 1931’de yazılıp, yayınlanmış olan “Türk
Tarihi”, Rıza Nur’un 1920’lerde yazmış olduğu “Türk Tarihi” eseri,
Prof. Dr. Muhammed Tagi Kirişçi’nin 1997’de yayınlamış olduğu “İran Türklerinin
Eski Tarihi”, Firudin Bey Ağasıoğlunun “Doqquz Bitik/Dokuz Bitik” eseri,
Kazakistan İlimler Akademisinin “Kazakların Kökeni ve DNA Analizleri” ve
bu Analizlerin yayınlanmış neticesine göre Kazakların, Türk İslam Sentezci tarihçilerinin
bilim dışı, tamamen siyasi iddialarının tam aksine Orta Asyalı değil, Batı Asya
kökenli olduklarının tasvip ve tespit edilmesi gerçeği ve diğer birçok tarihçinin
konuyla ilgili çalışmaları ve ilmi-nazari esasları tarafımca çalışılmış olan ve
yakın zaman eşiğinde Türkiye’de yayınlanacak olan ‘Horasan/Azerbaycan
Medeniyet Havzası’nda da geniş şekilde değinildiği gibi Acem-Türk veya
Türk/Tük-Tat adıyla bilinen halkın aynı kökenden, tarihi metinlere göre Yafes
oğullarından olması gerçeği üzerinde durulmuştur.
Fars
diline gelindiğinde ise kaydedilmelidir ki, bu dil üzerinden üretilmesi istenen
Fars milleti tamamen siyasi ve gayri ilmi iddialardan öteye geçecek bir tarafı
olmamıştır. Fars dili üzerinden üretilmesi istenen “Fars Milleti”, son modern
ulus devlet dönemi siyasi faraziyelere dayanmaktadır ve bilimsel bir esası
yoktur.
Fars
dilinin Türklerden farklı bir etnosu temsil etmediği gerçeğini göz önünde
bulundurarak, Türklerin aslı kurucu unsur olduğu Horasan/Azerbaycan Medeniyet havzasında
Türk ve Arap dilleri ile beraber şekilde istifade edilen en yaygın üç edebi
dilden biri olduğu ve ismen/ad olarak Yahudi kökenli Farisiye tarikatı ile
bağlı olduğu tarihi metinlerle tarafımızca tasvip ve tespit edilmiştir.
Fars
dili aslında tarihi metinlerde Deri, yanı Derbar/Saray dili olarak günümüz Orta
Asya başta olmakla onu müteakiben Horasan, Azerbaycan, İran bölgelerinde Emevîlerin (661-750)
Horasan/Azerbaycan medeniyet havzasındaki unsurlara – Türk/Acemlere karşı Arap
üstünlüğünü savunan Arap dili ve edebiyatı dışındaki dillerin yaşam hakkını kaspeden
ve onlara mevali gözünde bakan resmi siyasetlerine karşı Türk Beylikleri,
Hanlıkları tarafından başlatılan Şuubiye Direniş Hareketinin bilimsel kolu
olarak doğup büyümüştür. Emevîlerin,
Arap dili ve edebiyatı dışında dillerin kullanılmasını caiz görmemesi ve bu
çirkin gayri insani siyasetini İslam adına yapması İslamiyet için manevi
cihetten büyük çöküştü. Türklerin asli kurucu unsur olduğu Horasan/Azerbaycan
medeniyet havzasında, İslam ve İslami anlayış temel itibarıyla Emevî karşıtı
Ehlibeyt sevgisine dayalı gelişip yayılıyordu. İslam ve İslamiyet’i suistimal
ederek Arap üstünlüğünü dikte eden Emevîlere karşı Türk Acemlerin başlatmış
olduğu Şuubiye hareketi sayesinde tabiri caizse hem çarpıtılmış Emevî İslam’ına karşı mübarek Ehlibeyt sevgisine dayalı İslam ve İslamiyet Horasan/Azerbaycan
medeniyet havzasındaki toplumlar tarafından hoşgörüyle karşılanıp içtenlikle benimsenilirdi
hem de çarpıtılmış Emevî
İslam’ın tahmil ve tahkim ettiği Arap dili ve edebiyatının
tekelciliğine karşı Deri (Fars) dili ve onunla paralel şekilde Türk dili ön
plana alınmaya başlanmıştır. Nitekim tahmil edilmiş Arap dili inhisarına karşı
Fars ve Türk dilleri Horasan/Azerbaycan medeniyet havzasının konuşan dilleri
olarak yayılmaya başlamıştır. Emevî tefekkürüne sahip çoğu Arap kökenli dini
ulemanın ciddi muhalefetine rağmen Kuran-i Kerim başta olmakla diğer dini
eserlerin Arapçadan Farsça ve Türkçeye
çevrilmesi bu Türk Acemlerin başlatmış olduğu Şuubiye hareketinin faaliyeti
neticesinde mümkün olmuştur. Mevcut birincil
somut tarihi verilere göre Kuran-i Kerim’in ilk Farsça tercümesi Saman Yabgu
döneminde 970’lerde mümkün olmuştur. Tabi 8. ve 9. asırlara ait Türkçe ve
Farsça Kuran tercümelerinden bahsedilir, ancak somut veri olmadığı için
üzerinde durulmuyor.
İlk
başlarda Saray dili olarak Arapça, Türkçe ve Tacikçe dilleri üzerinden
kurgulanan Deri dilinin daha çok sonralar Fars dili olarak anılmasının da
ayrıca birçok nedeni olmuştur. En önemli nedenlerden biri Horasan/Azerbaycan
medeniyet havzasının birer yerel unsurlarından olan Yahudi kökenli Farisiye
tarikatına mensup Mirzalar, henüz İslamiyet’i kabul etmeyen ve ona karşı direnen
esas yerli unsurlardan sayılan Hazar kökenli eşraflar ile Ehlibeyt sevgisine
dayalı İslamiyet’i gönüllü şekilde resmi din olarak toplu halde kabul eden halk
arasındaki ihtilafların şiddetlenmesinden kaynaklanmıştır. Horasan/Azerbaycan
medeniyet havzasındaki bu fikri ve itikadi/inançsal iç karışıklıklar, Saman
Yabgu döneminden, yanı 9. yüzyılın başlarından itibaren tarihi verilerle takip
edilir niteliktedir. Türk Acemler, çarpıtılmış Emevî
anlayışına karşı Ehlibeyt sevgisine dayalı İslamiyet’i resmen kabul edip,
İslamiyet’in bayraktarlığını ele almaları ile bu süreç daha şiddetlenmiştir.
10. yüzyılın sonları ve özellikle Haçlı seferleri döneminden itibaren gün
geçtikçe zayıflayan, toplumsal etkinliklerini büyük oranda kaybeden Farisiye
tarikatı mensupları ve kısmen henüz İslamiyet’i kabul etmeyen Hazar kökenli
yerli eşraflar çoğunlukla Katolik kilisesi ile ittifak kurmayı ve iç faktör
olarak kendi soydaşlarının aleyhine çalışmayı tercih etmişlerdir. Deri dilinin
Fars dili olarak anılması da bu Yahudi kökenli Farisiye tarikatına mensup
Mirzaların etkisiyle başlamıştır. Kendi tarikatlarının adını kurgulanmış Deri
dili üzerine koymakla etkinliklerini göstermek istemişlerdir.
Deri
dilinin en büyük yazar ve müelliflerinin Tük/Türk-Tat asıllı olduğu da bütün
tarihi metinlerden bellidir. Elimizde mevcut olan yazılı tarihi kaynaklara göre
esasen 14. asır, özellikle Horasan/Azerbaycan medeniyet havzasının sekteye
uğratıldığı 15. yüzyılın ortalarından itibaren bölgede yerli halkın birer
parçası olarak yaşayan ve Yahudilerin Farisiye tarikatına mensup Mirza ve kâtipler
tarafından Deri dilinin Fars dili olarak adlandırılmasının yaygınlaştığını görürüz.
Bu konuyla ilgili yeterince birincil tarihi kaynaklar mevcuttur ve
ayrıca ele alınarak çalışılması lazımdır. Bu konu ayrıca “Fars ve Fars Dilinin
Kökeni” başlığında 2015-2016 yıllarında tarafımca çalışılmıştır. Bazı nedenlere
göre yayınlanmamıştır. Ancak yakın zaman eşiğinde yayınlanacaktır.
Yeri
gelmişken kaydedilmelidir ki, konumuz “Uygarlık Üreten Medeniyet” olduğu için
Türkiye başta olmakla Orta Asya ve Bakü’de tarafımca literatür taraması yapılmış
olmasına bakılmaksızın konuyla ilgili derin, kapsayıcı ve objektif bir çalışma bulmak
oldukça zor, nerdeyse bu konuyla ilgili “Atatürk Tarih Tezi” dışında kayda
değer bir çalışma bulunmamıştır. Orta Asya’nın 400 yıl, Kafkasya’nın o cümleden
Bakü’nün iki yüz yıldan fazla bir dönem içinde işgal hayatı yaşamasından dolayı
böyle önemli konularla ilgili objektif ve kapsayıcı çalışmaların mevcut
olmaması anlaşılandır, ancak Türkiye gibi büyük önem arz eden bir ülkede “Uygarlık
Üreten Medeniyet” konusuyla ilgili derin çalışmaların olmaması oldukça
üzücüdür. Türkiye’de böyle önemli sosyal bir konuyla ilgili kayda değer derin
eserlerin mevcut olmamasının bize göre en önemli sebeplerinden biri Atatürk’ün
Türk Tarih Tezinden imtina edilmesi ve tamamen bilimdışı konjektürel siyasi
çıkarlara dayanan Türk İslam Sentezcilerin tarih yazımı olmuştur. Ancak İran’da
7-8 bin yıllık bir dönemi kapsayan “Uygarlık Üreten Medeniyet” konusuyla ilgili
oldukça önemli çalışmalar mevcuttur. Bu alanda oldukça önem arz eden eser
sahiplerinden biri de Dini Rehber Seyid Ali Hameneli’nin Ali müşavirlerinden
Dr. Ali Akber Vilayeti’dir. Dr. Vilayeti, “Uygarlık Üreten Medeniyet” konusuyla
ilgili eserlerinde yerel medeniyetin en eski yaratıcı sakinlerinin Tat olduğu
fikrini ileri sürmüştür. Başka bir ifade ile bölgemizin ilkin yerli halkının
Tat olduğu fikri üzerinde durulmuştur. Bu fikir, Pers/Fars adı üzerinden
üretilmesine çalışılan milletin, bölgemizin en azından eski sakinleri
olmadığını savunmaktır. Dr. Vilayeti’nin burada değinmediği en önemli konu ise
Tat’ların Türklerle olan köken birliktelik bağıdır. Başka bir ifade ile Tat
olarak tanımladığımız toplulukların Tük’lerin bir parçası olduğu ve köken bir
olması gerçeğidir. Bilindiği üzere İran ve Azerbaycan’daki yerli halkın ağız
edebiyatında Türk kelimesinin hala Tük, Tüd ve Tüh olarak telaffuz edilmesi ve
diğer taraftan eski Çin kaynaklarında da Türk kelimesinin Tebrizliler gibi Tük
olarak kaydedildiği gerçeğidir. Cenap Dr. Vilayeti, naçizane bizim tarafımızdan
yazılmış olan “Horasan/Azerbaycan Medeniyet Havzası” çalışmasından ve diğer
konuyla ilgili mülahazalarımızdan haberdar olmuş olsaydı, kanımca bu önemli
tarihi tespit ve tasvibini sadece Tat olarak değil, Tük-Tat olarak kaydetmiş
olurdu. Evet, Tük ve Tat’ların birbirinden ayrı halk olarak tanımlanması ve
yorumlanması tarihi bir yanlışlıktır. Tük/Türk-Tat aynı kökenden olmuş ve
bölgemizin en eski sakinleridir. Tük ve Tat’ların farklılıkları etnik köken
değil, sosyal hayat tarzına göredir, sosyal yapılanmalarına göre birbirinden
farklılaşmışlardır. Mahmud Kaşgarlının Divani Lügat-it-Türk eserinde geçen “Başsız
börk, Tatsız Türk bolmas” ifadesi de buna birer örnektir. Mahmut Kaşgarlının bu
ifadeden kastettiği anlam, etnik itibarıyla Pers’siz Türk, Türk’süz Pers olmaz
değil, tam tersine sosyal yapısına, yanı yörük ve köylü hayat tarzına göre ayırmıştır.
Bu konuyla ilgili onlar bu gibi tarihi sübut mevcuttur, onlardan biri de
Uygurların tamamen Tat olarak tanımlanmasıdır. Mahmut Kaşgarlı, eserinde
Uygurları çoğu yerde Tat olarak anar. Yalnız Mahmut Kaşgarlı değil, 13., 14.,
15. ve daha sonraki asırlara ait birçok tarihi metinlerde ve hatta çağdaş
tarihçilerimizden merhum Zeki Velidi Togan’ın (1890-1970) eserlerinde
Semerkant, Buhara, Hive, Fergana vadisi şehirlileri ve ayrıca çoğu tarihi eserlerde
Azerbaycan ve İran şehirlileri de çoğu yerde Tat olarak geçer. Kaydedilen bu ayrımı
biz etnik yapıya göre değerlendirmiş olursak, Uygurlar dahil bütün
şehirlilerimizin tarihen mevcut olmayan Pers olduğunu kabul etmek zorundayız ve
o zaman Türklerin birkaç yörük dışında kim olduğu sorusuyla karşı karşıya
kalacağız…
Fars
ve Türk dilleri üzerinden modern millet oluşturma cehtleri Türklük için tarihi
cihetten bir facia olur, çünkü son 1100 yılın mektup/yazılı tarihi Türkçeden
ziyade Farsça olmuş ve Farsça yazanların da kesin çoğunluğunun Türk-Tat kökenli
olduğu bilindiği halde bu muazzam tarihi ve medeni varlıktan imtinaya getirip
çıkarır. Türklük için medeni, ilmi ve edebi cihetten muazzam bir boşluk oluşur.
İslam
öncesi mübahaseli ve zıddiyetli tarih anlayışı dışında İslam sonrası yazılı
tarihimizin Farsça, Arapça ve Türkçe bilimsel kaynaklara göre tarafımızca
tespit ve tasvip edilen Horasan/Azerbaycan uygarlık üreten medeniyet havzasının
son 1100 yıldaki hakim eğitim sisteminde esasen üç dil - Farsça, Türkçe ve
Arapça esas rol oynamıştır; son 1100 yılın verilerine göre Türklerin asli
kurucu unsur olduğu ve tarihen Avrasya’yı kapsayan kültür havzasında Mektepler
Türkçe ağırlıklı, Medreseler Farsça ağırlıklı ve ilahiyat alanı ise Arapça
ağırlıklı olmuştur.
Türklerin
asli kurucu ve hâkim olduğu Horasan/Azerbaycan Medeniyet havzasında Emevîlerin
(661-750) İslam’ı suistimal ederek Arap üstünlüğünü tahmil etmeye başlamaları
neticesinde Tük-Tat, başka bir deyimle Acem ulamasının Arap ağalığına karşı
başlatmış oldukları Şuubiye hareketinden sonra Arap dili ve edebiyatının
tahkimine ve inhisarına karşı Saray dili olarak kurgulanan Deri dili ve onu
müteakiben paralel şekilde Türk dili ön plana alınmıştır. Bu fikir, yazılı tarihimizle
tamamen tasvip ve tespit edilmiştir. Dikkat edilirse Fars ve Türk dillerindeki
ilk tarihi eserler, 20-30 yıl arayla Arap dil inhisarını kırarak Horasan ve Azerbaycan
bölgesinde yazılmıştır. Buna örnek olarak elimize gelip ulaşmış olan metinlere
göre Horasan’da 10. asrın ikinci yarısındaki ilk Farsça Kur’an-i Kerim
çevirisinden hemen sonra veya ondan birkaç yıl önce Türkçe Tercümesinin
Tebriz’de sonra Şiraz ve daha sonra yine Tebriz’de yapıldığını görüyoruz.
Bununla beraber Hz. Ali’nin Arapça buyruğunun Tebriz’de Tebrizli Aclan
tarafından 1050’lerde Türkçeye çevrilmiştir. Ve şu an 6 metre deri üzerinde
yazılmış olan bu en eski İslami Türkçe metin, İsfahan Müzesinde muhafaza
edilmektedir. Firdevsi’nin 1010 yıllarında Horasan’da yazmış olduğu Şah Name
eserinden 50 yıl sonra Horasan/Azerbaycan medeniyet havzasının birer parçası
olan Kaşgar’da, Balasagunlu Yusuf Has Hacip tarafından Kutadgu Bilig adlı
muhteşem eser 1069'da yazılmıştır. Bu eser, Firdevsi’nin Türkçe birer
devamıdır. Firdevsi’nin Şah Name eseri örnek alınmıştır. Bunu müteakiben
Selçuklu tebaası Mahmud Kaşgarlının büyük ihtimal İsfahan ve Azerbaycan
bölgesinde 1070’lerde yazmış olduğu Divani Lügat-it-Türk eseri gelir. Bundan
sonra yine Selçuklu tebaası Edip Ahmed Yükneki tarafından 12. yüzyılın
başlarında yazmış olduğu Atabetü'l-Hakayık
ve bunun ardınca İran ve Azerbaycan ve Horasan’da yazılmış olan yüzler Oğuz
Nameler ve Dede Korkut hikayeleri gelir. Görüldüğü gibi Türkçe ve Farsça
eserler aynı dönemde, birbirini takiben yazılmıştır. Yayınlanacak eserimizde bu
konular daha geniş biçimde ele alınarak incelenmiştir. İlginç bir meselede
Türkiye’nin Türk İslam Sentezcilerinin gösterdiklerinin tam tersine Türkçenin
günümüz İran ve Azerbaycan merkezli ve Farsçanın ilk metinlerinin ise Orta Asya
merkezli olması meselesidir. Fars dili olarak andığımız Deri dilinde yazılan ve
yazma nüshalarının günümüze ulaştığı ilk eserler, temel itibarıyla Hoten,
Semerkant, Buhara, Nişabur ve Horasan bölgesine aittir. Ve bunu müteakiben
40-50 yıl arayla Azerbaycan’da Fars dilinde yazılmış ilk eserleri görüyoruz.
İlginçtir Şiraz ve İsfahan’da Farsça yazılmış ilk eserlerin tarihi tahminen 150
ila 230 yıl Azerbaycan’dan sonraya tesadüf eder. Başka bir ifade ile günümüze
ulaşmış olan mevcut Farsça eserlere göre Deri/Fars dili önce Orta Asya’da,
Horasan’da, sonra Azerbaycan’da ve Azerbaycan üzerinden güney bölgelerine
yayılmıştır. Örnek olarak ilk Farsça yazan Tebrizli Katran (ö. hk.465/m.1073),
Şirvanlı Feleki (ö. hk.577/m.1181), Sadî-i Şirazi (ö. 691/1292),
Hafız-i Şirazi (ö. 792/1390 [?]), Cemaleddin Ebdur’razzak İsfahani
(ö. 588/1192) olmuştur. Mevcut durumda yazma eserlerle ilgili elimizde bulunan
nüshalara göre ilk Türkçe metin hk.450/m.1058’de Hz. Ali’nin Müslümanlara
hitaben fermanının, Tebriz’de Arapçadan Türkçeye çevrilmiş metindir. Bizim
naçizane tespit ve tasvibimize göre ilk Farsça eserler, Orta Asya üzerinden
yayılmaya başlamış, Türkçe yazım ise Tebriz, Azerbaycan ve İran üzerinden
yayılmıştır. Ve bu yazarlarında Tük/Türk-Tat kökenli oldukları görülmektedir.
İlginç bir meselede Deri/Fars dilinin ilk yazma nüshalarının İbri alfabesinde olması
gerçeğidir. Şu an günümüze ulaşmış olan ilk Farsça nüshalar, Hoten belgeleri
olarak Hoten’de bulunmuş İbri alfabesinde yazılmış olan On Emir mektuplarıdır.
8. yüzyılın ortalarına tarihlenmiştir. İbri alfabesinde yazılmış olan deri
dilindeki eserler, Kur’an-i Kerim’in 970’lerde Farsçaya çevrilmesini müteakiben
Arap alfabesinde devam etmiştir, ancak İbri alfabesinde yazılmış eserler de azımsanmayacak
kadar çoktur ve Arap alfabesi ile yanı sıra Farsiye tarikatına mensup mirzalar
tarafından İbri alfabesinde yazma geleneği sürdürülmüştür. Bizim şahsi kanımıza
göre Türklerin asli kurucu unsur olduğu Horasan/Azerbaycan medeniyet havzasının
siyasi iradesini temsil eden Müslüman Türk devletleri, Farsiye tarikatı
tarafından benimsenilmek istenmiş olan Deri diline kısmen Türk dilinden daha
çok sahip çıkmaya ve onlara mal edilmesinin önüne geçmeye çalışmışlardır.
Görüldüğü gibi Türk ve Deri dilleri Arap ağalığına dayanan ve Arap dilinin
inhisarına karşı Türk devletleri tarafından paralel şekilde canlandırılmış ve
Arap inhisarcılığına karşı ön plana alınmıştır. Fakat Fars dili kültür
havzasının doğusundan, yanı Horasan’dan, Türk dili ise batıdan, yanı Tebriz,
Azerbaycan ve İran üzerinden yayılmıştır.
Venedik-Florans
Merkezli Yeni Rum Medeniyetinin siyasi iradesi tarafından ileri sürülen Hint-Avrupa
ve ona paralel şekilde ortaya atılan Ural-Altay teorilerinin, Horasan/Azerbaycan
Medeniyet Havzası için son 250 yılda uygulanmış olan korkunç soykırım ve
katliamlardan daha tehlikeli ve zararlı ve sosyal yapı açısından daha çok yıkıcı
olmuştur, dersem yanılmamışımdır.
Burada
İslam öncesi mübahaseli tarihe girmeksizin İslam sonrası Horasan/Azerbaycan
medeniyet havzasının merkez siyasi iradesini temsil eden Türk devletlerine kısa
şekilde değinilecektir. Sasanilerin (224-651) Acem olması ve Acemlerin de
Tük/Türk-Tat oldukları tarafımızca tespit ve tasvip edildiği için Sasaniler de
Horasan/Azerbaycan medeniyet havzasının siyasi iradesini temsil eden bir dönem
devleti olduğu söylenilebilir. Ancak tartışılır bir mesele olduğu ve geniş
izaha ihtiyaç duyulduğunu göz önünde bulundurarak burada vermeyi uygun
görmüyoruz. Yeri gelmişken kaydedilmelidir ki, Horasan/Azerbaycan medeniyet
havzasının 15. yüzyılın önemli tarihçilerinden Aşık Paşazade de meşhur Tarih
eserinde Acemlerin de Türkler gibi Yafes neslinden olduklarını ve Türklerin
nesil babalarından sayıldıklarını beyan eder.
Son
dönem bölgemize tahmil edilmiş olan modern ulus-devlet kimliğine göre İran’ın
Pers olarak kabul görülmesinin hiçbir bilimsel esası olmayıp, tamamen siyasi
yapılanmaların birer sonucudur. Bu tarihi tespite dair örnek olarak tarafımca
tasvip ve tespit edilen yüzler tarihi faktan sadece ikisini burada veriyoruz;
Yahudi, İbri ve onu
müteakiben Rum ve Yunanların İslami metinlerde ‘Acem’ olarak tanımlanan
toplumun, ‘Persiyus’ adına ‘Pers’ olarak adlandırdıkları tarihi metinlerinden
bilinmektedir. ‘Perse’ kelimesinin hiçbir bilimsel esası olmayıp, daha çok 15.
yüzyılın ortalarından itibaren kurgulanmış olan Yunan kökenli mitolojik
verilere dayanır. Bu mifik verilere göre, Yunanlı Zeus’un oğlu ‘Persiyus’un
İranlı/Acem ‘Andrumda’nın kızı ‘Kasiupiya’ ile evlenmesi ve doğulan çocuğun
‘Persiyus’ şerefine ‘Pers/Perso’ olarak anılması söz konusudur. Tıpkı buna
benzer şekilde 15. yüzyılın ortalarından itibaren Osman/Otman oğullarına
yönelik kurgulanmış olan Hector'un oğlu Turcus hikâyesi gibidir. Bu hikâyeye
göre Troya’nın Hektor’dan sonra en büyük kahramanı sayılan Aeneas aynı zamanda
dişi kurtun emzirdiği Romus ve Romulus’un atasıdır. Frankların atası olan
Aeneas’ın yeğeni Francion ve Türklerin atası olan Troilus’un oğlu Turcus.
Hektor neslinden sayılan Frankların babası Francion ve Türklerin babası
Turcus/Turcs mifik anlayışının ön plana alınması ile Hector'un oğlu Turcus,
Osmanoğullarının dip atası olarak gösterilmiştir.
Yeri gelmişken
kaydedilmelidir ki, Kurt veya Boz Kurt dediğimiz simge Türklerin asli kurucu
unsur olduğu Horasan/Azerbaycan medeniyet havzası için tarihin hiçbir
dönemecinde hukuki simge olarak kabul edildiğine dair hiçbir elle tutulur somut
bilgi mevcut değildir. İleri sürülen fikirler daha çok faraziyelere ve
ihtimallere dayanıyor. Son 1100 yılın Türkçe, Farsça, Arapça ve diğer yerli
tarihi metinler göz önünde bulundurulduğunda, bu iddiayı onaylayan somut bir
bilgiye ulaşılmıyor. Kaydedilen birçok tarihi metinlere hatta Divan-ü Lügat-it-Türk,
Kutadgu Bilig,
çoğu Oğuz Nameler ve bu gibi diğer Türkçe eserlerde bile Kurt yırtıcı, vahşi
korkunç bir hayvan olmanın ötesinde herhangi bir kült düzeyinde bile saygı
görmez. W. Bang ve G. R. Rahmeti’nin 1936’da yayınladıkları Uygur alfabeli “Oğuz
Kağan Destanı” bu konuda bir müstesnadır, ayrıca ele alınması lazımdır. Bu
destanda “Gök Calluq dedik bir erkek Börü”, “Gök tüylü ve gök yeleli
büyük erkek kurdun yol gösterici” olarak anılması hukuki simge değil, sadece
kült düzeyinde sayılan totemlerden biri olarak kaydedilebilir. Türklerde Kurdun
hukuki simge olması bir tarafa hatta kült olarak varlığı bile tartışılır bir
meseledir. Başka bir ifade ile hukuki simge değil, kült düzeyinde
tartışılabilir. Ancak Rum medeniyet havzası için Kurt simgesi, resmen bir
hukuki simge olarak kullanılmasına dair onlar somut veriler mevcuttur. Roma
Mitolojisine göre MÖ 753'te Roma şehrinin kurucuları sayılan Romulus ve Remus
kurt tarafından emzirilmiştir. Kurt, devlet açısından hukuki simge olmanın yanı
sıra kutsallık tinine de sahip olmuştur.
Yeniden İran konusuna
dönelim; Pers/Perso’nun
sadece İbri metinlerinden esenlenen ve siyasi amaçlar doğrultusunda yeniden
tahrif edilerek yorumlandığını gösteren birçok tarihi metinler mevcuttur. XIV.
yüzyılın başlarında İspanyollu bir Francıskan/ Francıscan tarafından kaleme
alınan ve Londora’da 1877 Marcos Jimenez De La Espada ve 1912’de Sır Clements
Markham, K.C.B. tarafından yayınlanan nüshalarında da Aşık Paşazade’nin Türk ve
Yafes oğlu olarak tanımladığı Acem’lerin Yahudi’lerin israrı üzerine Pers/Perso
adlandırılmak istendiği açık şekilde görülmektedir. İspanyollu Francıskan şöyle
der: “...yerlilerin Karadeniz/Black Sea adlandırdıkları körfez, Yahudiler
tarafından Persian Sea/Pers Denizi olarak adlandırılıyor”. Yahudilerin Pers
Denizi/Körfezi olarak adlandırmakta ısrar ettikleri bölge ve deniz, yerliler
tarafından Karadeniz olarak anılmış ve bilinmiş ve buda Deşti Kıpçak
Türklerinin güneylerindeki denize, Karadeniz adı verdikleri gibi yerli Türkler
tarafından şöyle anıldığına dair onlar tarihi ispatlardan sadece biridir. Yeri gelmişken
kaydedilmelidir ki, Kara rengi bazı esassız iddialara bakılmaksızın, Türkler
için kuzeyi değil tam tersine güneyi simgeler. Ebu'l-Gazi Bahadır Han’ın
Horasan’da 17. yüzyılda yazmış olduğu Şecere-i Türki ve Şecere-i Terakime
eserlerinde Kıpçak Türklerinin Deşti Kıpçak bölgesini 4000 yıl önceden yurt
edindiklerini bildirir. Buda bölgenin eski sakinlerinin, yanı Kıpçak Türklerinin
güneylerindeki denizi, Kara deniz olarak adlandırmaları ve İran Türklerinin de
aynı şekilde güneylerindeki denizi/körfezi Kara deniz/körfez olarak
adlandırmalarının ortak noktalarını gösterir ve Kara renginin Türk İslam
Sentezcilerinin bilimdışı iddialarına göre kuzeyi değil, tam tersine güneyi
temsil ettiğini gösterir.
Görüldüğü gibi İran’ın ve Acem’lerin
Pers/Perso olması, Osmanoğullarının Hektor neslinden Frankların kardeşi
Turcus/Turcs türemesi olacağı kadar geçerlidir. Ve Pers-Perso sadece
Yahudilerin ısrarı üzerine Rum medeniyet havzası üzerinden dikte edilmiş ve
hiçbir tarihi esası olmamıştır. Konuyla ilgili Milat gazetesindeki geçmiş yazımıza
bakılabilir;
https://www.milatgazetesi.com/haber/iranda-yeni-bir-donemin-baslangici--189/
İran Pehlevi döneminde,
1935’te, ‘Pers’ adının kaldırılması ve ülkenin yerel tarihi metinlerde olduğu
gibi ‘İran’ olarak tanımlanmasına dair almış olduğu resmi karara rağmen 19.
yüzyılın başlarından itibaren Venedik-Florans merkezli küresel boyutta yeniden
yorumlanmasına başlatılan Rum medeniyet havzasının siyasi iradesi tarafından
Pers/Perso olarak anılmasının sürdürülmesi istenmiştir. Bugün bile İran resmi
şekilde İran devleti olarak tanımlansa da hala Rum medeniyet havzası ve onu
takip eden ülkeler tarafından Pers/Persian olarak anılmasında bir ısrar vardır.
Yeri gelmişken kaydedelim ki, mevcut tarihi verilere göre Iran ilk kez edebiyat
alanında Firdevsi’nin Şahname’sinde kullanılmıştır. Devlet mektuplarında İran
adı ilk kez İlhanlı devletinde kullanılmıştır. Resmi devlet evraklarında ise
İran adı ilk kez Ak Koyunlu devleti döneminde kullanılmıştır.
Görüldüğü gibi İran ve
Azerbaycan’ın Persliği, siyasi bir rivayetten öte bir şey değildi. Ülkenin asli
kurucu unsuru Tük/Türk-Tat olmuş ve olmaya devam edecektir.
Aşağıda Horasan/Azerbaycan
medeniyet havzasının İslam sonrası merkez siyasi iradesini temsil eden
devletlere kısa şekilde değinilecektir. Ancak konuya girmeksizin
kaydedilmelidir ki, tarihen Avrasya’yı kapsayan Horasan/Azerbaycan medeniyet
havzasının merkez siyasi iradesinin yanı sıra bölgesel siyasi iradeyi temsil
eden Beylik, Emirlik, Hanlık ve Devletler mevcut olmuştur. Siyasi cihetten
birbirine karşı ciddi rekabet halinde olmuş olsalar da kültürel bütünlüğü
bozmaya yönelik olumsuz bir harekette bulunmamışlardır. Bu süreç 15. asrın
ortaları ve 16. asrın ilk yıllarına kadar devam etmiştir. Yanı, Horasan/Azerbaycan
medeniyet havzasının bölgesel siyasi iradesini temsil eden Osmanoğulları’nın
hem Anadolu Türk beyliklerini hem Afrika Memluk Türk devletini ortadan
kaldırması ve Horasan/Azerbaycan medeniyet havzasından imtina ederek hukuki
cihetten resmen Kayser-i Rum olarak ilan vücut etmesi ve diğer taraftan Deşti
Kıpçak’ta Horasan/Azerbaycan medeniyet havzasının bölgesel siyasi iradesini
temsil eden Altın Orda devletinin birer öznesi olan Moskova Knezliğinin selef
kültür havzasından imtina ederek Sezar-i Rum olarak ilan vücut etmesi ve
Orta Asya ve Kafkasya’yı işgali altına alarak genişlemesi, güneyden ise
Hindistan yarım adası üzerinden Rum medeniyet havzasının diğer varisi
İngiltere’nin genişlemesi Horasan/Azerbaycan medeniyet havzasını çıkmaza sokmuş
ve zaman aşamasında inhilal ve izmihlale sürüklemiştir. Bu konular geniş
biçimde yeni yayınlanacak eserimizde ele alınarak incelenmiştir.
İslam sonrası
Horasan/Azerbaycan medeniyet havzasının merkez siyasi iradesini Hazarlardan
başlayarak sırayla aşağıda takdim ediyoruz;
1.
Hazar Devleti (468
– 1048)
Hazar
devletinin esas kuruluş arazisi olarak Azerbaycan, Horasan, Batı ve kısmen
merkezi İran bölgesi olarak tespit edilmektedir. Hazar Devleti, esas toprakları
olan günümüz İran arazisinde Emevîlere karşı direnişlerde yenilerek geri
çekilmiş, Kafkasya ve daha sonra kuzey Karadeniz bölgesi ile yetinmek zorunda
kalmıştır. Hazar devleti yenilip Kafkaslara, ardınca da kuzey Kara Denize
çekilse de yerli Türkler İslamiyet’i kabul ederek kendi hayatlarını kendi topraklarında
sürdürmeye devam etmişlerdir. Tebriz, Hazar devletinin en önemli kültürel ve
medeni merkezi olarak bölgedeki etkinliğini korumuştur.
2.
Saman Yabgu,
başka bir değimle Sâmânîler Devleti (819-999)
Orta
Asya’da İslam’la şereflenen Türklerin İslami devlet kuruculuğu esasen 840/1212
yılları arasında Orta Asya ve Maveraünnehir'de kurulmuş olan Karahanlılar
Devleti ile başlar. Karahanlıları medeniyetçe kendi etkileri altında tutan ve
yöneten ve 819-999 yılları arasında kurulmuş olan ve açık şekilde Reşîdüddîn
Fazlullah-ı Hemedânî’nin (hk. 645- 718 / M. 1247 - 1318) “Câmiu't-Tevârîh” ve “Oğuzname” eserinde Türk olduklarına
vurgu yapıldığı Saman Yabgu, başka bir değimle Sâmânîler Devleti
olmuştur. Deri/Fars dili ile paralel şekilde Türkçenin Arap dil inhisarcılığına
karşı devlet ve dönem uleması tarafından ön plana alınması Samaniler döneminden
itibaren başlar.
3.
Gazneliler veya
Sebük Teginli’ler Devleti (963-1186)
Gazneli
devleti, Saman Yabgu oğullarından Herat valisi Alp Tekin tarafından,
Hindistan’ın Pencap bölgesi ile günümüz İran’ın büyük kısmı ve Harzem’e kadar
olan bölgede kurulan bir Türk devleti olmuştur. Sultan Mahmut döneminde
Gazneliler Kuzey Hindistan’ı hâkimiyeti altına alarak, bölgede İslâm kültürünün
daha geniş biçimde yayılmasının önünü açmıştır.
4.
Büyük Selçuklu
Devleti (1037-1194)
11.
ve 14. yüzyıllar arasında Büyük Selçuklu Devleti, İslam dünyasının azami
kısmını yönetimi altına almıştır. Selçuk Bey, 1009’da Oğuzları bir devlet
düzeninde örgütlemeği başarmıştır. Selçuklular tarafından günümüz Nişabur, Rey
ve sonra ise İsfahan Başkent olarak seçilmiştir.
Melikşah,
20 Kasım 1092 tarihinde, iç kavgalar sırasında zehirlenerek öldürüldükten sonra
devlet, büyük çalkantılar içine sürüklendi. Nitekim Büyük Selçuklu devleti
Melikşah’ın oğulları arasında dört parçaya bölündü:
1. Kirman
Selçukluları; 1187 tarihine kadar devam etmiştir.
2. Şam-Halep
Selçukluları; 1117 tarihine kadar devam etmiştir.
3. Anadolu
Selçukluları; 1077’den 1308’e kadar 231 yıl sürmüştür.
4. Irak
ve Horasan Selçukluları; 1194 tarihinde Harezmşah Sultan Alaattin Tekiş ile
yaptığı savaşta yenilgiden sonra sona ermiştir.
Yeri
gelmişken kaydedilmelidir ki, Türk İslam Sentezcilerinin bilimsel esası olmayan
boş iddialarından biri de Selçukluların Farslaştıkları/İranileştikleri ve
Türkçe eser yaratmadıkları yönündedir. Yukarıda kaydedildiği gibi Divanu Lügat-it-Türk ve Atabetü'l-Hakayık gibi eserler Selçuklu
tebaası tarafından kaleme alınmıştır. Kutadgu Bilig eserinin müellifi ise yine
yerinde değinildiği gibi Horasanlı Firdevsi’nin Şahnamesi’ni örnek alarak
yazdığı bilinmektedir. Bu ve diğer onlar Oğuz Name ve Dede Korkut eserleri de
Selçuklu topraklarında kaleme alınmıştır. Türk İslam Sentezcilerinin İran’ı gayri
Türk olarak lanse edilen pers veya Persian’liğe mal etmesinin arkasında duran
en önemli mesele tamamen siyasi ve garazdır, kendi kimliğine duyulan şüphedir. Yayınlanacak
eserde buna da değinilmiştir.
5.
Harezmşahlar
Devleti (1097-1231)
Anuş
Tegin tarafından esası koyulan Harezmşahlar
Devleti, Atsız ve İlaslan (Elaslan) devirlerinde hem Irak Selçukluları hem
de Kara Hitaylarla mücadele etmiştir. Nitekim Elaslan, Sultan Sencer’in ölümü
üzerine bağımsızlığını ilân etmiştir. Harzemşah’ların en büyük hükümdarı
Alaaddin Tekiş olmuştur. Tekiş, önce Kara Hitayları, ardından son Selçuklu
Hükümdarı II. Tuğrul’u yenmiştir. Harzemşah’lar kısa sürede sınırlarını, Doğu
Anadolu’dan Maverâünnehir’e kadar genişletmiş ve adeta Selçuklu devletinin
vârisi olmuşlardır. 1220′de bütün ülke, Cengiz Han’ın önderliğindeki Türk-Moğol
Orduları tarafından ele geçirilmiştir. Celâleddin Harzemşah, devleti yeniden
toparlamak için uğraştıysa da başarılı olamamıştır. Ölümü üzerine Harzemşah’lar
devleti, tamamen ortadan kalktı. Harezşah’lar önce Gürgenç, Semerkant, Gazne,
sonunda ise Tebriz kentini Eldenizlerden alarak Başkent yapmışlardır. Terbiz veya
Tebriz, Eski Türk uygarlığının beşiği olarak bu dönemden itibaren yeniden
canlanmaya başlamıştır. Harezmşah’lar, Selçuklu devletinin devamı olarak
nitelendirilmektedir.
6.
Büyük İlhanlı
Devleti (1256-1335)
Cengiz
Han’ın torunu Hülagü Han 1256’de Harezmşah’ların son başkenti Tebriz’de halk
tarafından karşılanarak şehre dâhil olmuş ve o eski Türk uygarlığının vârisi
olan şehri, bölgenin yeniden başkenti olarak tayin etmiştir. İlhanlılar büyük
çoğunlukla ehlibeyt sevgisine dayalı İslâmiyet’i kabul ederek, Tebriz merkezli
devletlerini, yerli Türklerin katılımıyla etkin bir biçimde yönetmek için
karşılarında duran iki büyük engeli ortadan kaldırmışlar. Birincisi, Mezhep
kavgalarıyla ülkenin gelişimini ve dinçliğini bozan İsmaillileri (Haşhaşileri)
etkisiz hale getirmek için Alamut kalesini ortadan kaldırdılar. İkincisi, İslam
ve İslamiyet’i suistimal ederek Arap dil inhisarını, kültür üstünlüğünü
savunan, gayri Araplara/Acemlere siyasi cihetten var olma hakkı tanımayan,
Horasan/Azerbaycan medeniyet havzasının tebaalarını mevali olarak tanımlayan ve
Arapçılığı ön planda tutan, Emevî tefekkürüne esaslanan Abbasi Hilafetine son
vermek kastıyla 1258’de Bağdat’a yürüyüp, Müstesem’i ortadan kaldırdılar. Bu
Türk karşıtı Emevî döküntülerini etkisizleştiren ve Türk İslam dünyasını bu
yobazlardan temizleyen İlhanlı devleti, Horasan/Azerbaycan medeniyet havzasının
merkez siyasi iradesini 1357.yıla kadar doğrudan temsil etmiş ve 1925’e kadar
devam eden siyasi irade için hukuki esas teşkil etmiştir. İlhanlı devletinin
Horasan ve Azerbaycan Türk ordusu tarafından Bağdat’tan temizlenen bu Türk/Acem
karşıtı Emevîlerden arda kalanlar merkez siyasi iradeyi temsil eden İlhanlı
devleti ile rekabet halinde olan Mısır Memluk Türk devletine siyasi faaliyetten
menedilmiş biçimde sığınmışlardı ve 15. yüzyılın ikinci yarısı ve 16. yüzyılın
ilk yıllarında, Horasan/Azerbaycan medeniyet havzasından imtina etmiş ve Rum
Bizans varisliğine soyunmuş olan Osmanoğulları ve Rumlarla birleşerek İstanbul
üzerinden Horasan/Azerbaycan medeniyet havzasında hakim olan Türk İslam
anlayışına karşı getirdikleri yeni bir yorumla Horasan/Azerbaycan medeniyet
havzasına karşı amansız bir savaşın başlatılmasında müstesna rol oynamışlardır.
İlginç
olan bir meselede, Kayser-i Rum Osmanlısı üzerinden Horasan/Azerbaycan
medeniyet havzasındaki hâkim Türk İslam anlayışına karşı getirdikleri yeni İtikadî
yorumla başlattıkları bu kanlı savaşların zaman aşamasında Şii-Sünni savaşı
olarak lanse edilmesidir. Bu konu ayrıca geniş biçimde ele alınarak eserimizde
incelenmiştir. Birde asla unutulmamalıdır ki, bugün elimizde bulunan ve 14.
yüzyıl öncesine ait Türklükle ilgili eserlerin tamamına yakını ya İlhanlı
döneminde İran’da yazılmış ya da o dönemde Tebriz, Erdebil, Şiraz, İsfahan,
Save ve Horasan’da nüshaları yeniden göçürülmüş eserlerdir. Başka bir ifade ile
bugün bilinçli Türklüğümüzü büyük oranda Erdebil, Şiraz, İsfahan, Save ve Şiraz
Mirzalarının eserlerine ve onlara sahip duran İlhanlı devletine borçluyuz.
7.
Büyük
Timurlular Devleti (1370-1507)
İlhanlılardan
sonra günümüz Azerbaycan ve İran arazisinin çeşitli bölgelerinde, kısa süreli
bazı Türk devletleri de egemen olmuştur. İlhanlılardan sonra Çobanlılar
(1335-1357), Celayirliler (1336-1432), Karakoyunlular (1380-1469),
Akkoyunlular (1378-1501) ve diğer bazı bölgesel yöneticiler de egemen
olmuşlardır. Timurlular, kaydedilen tarihler arasında bölgeyi tam egemenlikleri
altına almışlardır. Bu nedenle de o dönem Timurlular dönemi olarak bilinir ve
Timurlular o dönem için Horasan/Azerbaycan medeniyet havzasının siyasi
iradesini resmen temsil etmiştir.
Emir
Timur, istenilen açıdan Türk ve İslam dünyası için oldukça büyük önem
taşımaktadır. Öyle büyük bir önem taşımış ki, kendisinden sonra İslam
dünyasında kurulan Türk devletlerinin azami çoğunluğunda Ağ Sakallar –Ağ Saçlılar
Keneşi (Meclisi) ve Devlet Şuraları hep Cengiz Han ve Melik-i Turan,
Kağan’i İran ve Emîr-i Türkistan Sahipkıran Sultan’i Afkhem Emir Timur’un
adlarının zikri ile geçirilmiştir. Özellikle bu gelenek İran’da en temel devlet
geleneği olarak 1925’e kadar devam ettirilmiştir. Bunun devam ettirilmesinin
temel nedenlerinden biri de İlhanlı devletinin yanı sıra Timurluların devlet varisliğinin
Safevî devletine devredilmesidir.
8.
Karakoyunlu
Devleti (1380-1469)
Kara
Yusuf, Sa’dlı, Baharlı, Duharlı, Karamanlı, Alpagut, Çakırlı, Ayınlı, Bayramlı,
Ağaceri ve Hacılı oymaklarının önderliğinde, Celayirli’leri yenerek 1380
tarihinde, Karakoyunlu devletini kurmuştur. Karakoyunlu, başkenti Tebriz olan
ve 1380-1469 yılları arasında bugünkü Doğu Anadolu, Güney Kafkasya, Azerbaycan
ve tüm güney batı İran ve Kuzey Irak arazilerinde egemenlik kurmuş bir Türk
devletidir.
9.
Akkoyunlu
Devleti (1378-1501)
Akkoyunlu
Devleti’nin kurucusu, Kutlu Bey'in küçük oğlu Kara Yölük Osman’dır. 1400'de
büyük Emir Timur’un Anadolu’ya girişine destek verdi ve bu hizmetine karşılık
Malatya'yı, 1402'de Ankara Savaşı’ndaki desteğine karşılık da Diyarbakır
bölgesinin yönetimini aldı. 1403'te de Diyarbakır'da hükümdarlığını ilan etti.
Kara
Yölük Osman Bey'in ölümünden sonra, oğulları arasında iktidar kavgası başladı
ve Akkoyunlu devleti, eski gücünü yitirdi. Kara Yülük Osman Bey’in torunu
Sultan Hasan (Uzun Hasan), 1453'te Diyarbakır'ı alarak iktidar kavgalarına son
verdi. Akkoyunlu devleti'ni, sınırları doğuda Horasan'dan, batıda Fırat
Irmağı'na, kuzeyde Kafkasya’dan güneyde Umman Denizi’ne kadar uzanan büyük bir
devlete dönüştürdü. Karakoyunluları yenerek bu devleti ortadan kaldırdı ve
başkenti yeniden Türk kenti Diyarbakır’dan tarihi başkent olan Tebriz'e taşıdı.
Akkoyunlu
devletini daha çok değerli kılan mesele, Horasan/Azerbaycan medeniyet
havzasının merkez siyasi iradesini o buhranlı dönemde temsil etme iktidarıdır.
Başka bir ifade ile III. İvan döneminden Moskova Knyazı Sezar-i Rum ve İstanbul
üzerinden Kayser-i Rum’un Türklerin hâkim ve asli kurucu unsur olduğu
Horasan/Azerbaycan medeniyet havzasına karşı başlatmış oldukları kanlı
savaşlara karşı masum Türklerin sığınak noktası olan merkez siyasi iradenin
çökmesini engellemesi, durumu kontrol altına alması, buhranı yönetmesi ve
nihayet merkez siyasi irade temsiliyetini Timurlulardan Safevilere bağlaya
bilmesi ve merkez siyasi iradenin sürekli temsiliyetini temin etmesi olmuştur.
Bu açıdan Akkoyunlu devleti, özellikle Uzun Hasan padişah, Horasan/Azerbaycan
medeniyet havzası için oldukça büyük önem arz eder.
Uzun
Hasan Padişah’ın ve Akkoyunlu devletinin o dönem Horasan/Azerbaycan medeniyet
havzası için ne kadar hayati önem taşıdığını anlamamız için iki konuya
değinmemiz yeterli olur diye düşünüyorum; yayınlanacak eserimizde de geniş
biçimde değinildiği gibi Anadolu Selçuklularının yerinde izhar-i vücut eden Karamanoğulları
başta olmakla Osmanoğulları, Ramazanoğulları, Menteşeoğulları, Aydınoğulları, Candaroğulları,
Dulkadiroğulları, Eretna, Germiyanoğulları, Hamitoğulları gibi bütün Anadolu Türk
beylikleri, Kuzey Afrika’da Tolunoğulları (868-905), İhşîdîler Devleti/Akşitoğulları (935-969), Eyyubiler Devleti
(1171-1250), Memluk devleti (1250-1517), Halep-Şam
dahil kuzey Afrika’daki Zengiler / الزنگيون (1127-1233), 10. yüzyıldan itibaren Şiraz’dan
gidip Doğu Afrika’daki Tanzanya'ya bağlı Zengibar Adalarına yerleşen Zengi
Türklerinin kurmuş oldukları bütün beylik ve devletler dahil Hindistan
yarımadasındaki Türk İslam devletleri ve Deşti Kıpçak’ta ki Altın Orda devleti
(1242-1502) tamamen Horasan/Azerbaycan medeniyet
havzasının yöresel ve bölgesel siyasi iradesini temsil eden beylikler ve
devletler olmuştur. Akkoyunlular döneminde bu kültür havzasında iki cephede
devrimsel nitelikte medeniyetçe eksen değişimi yaşanmıştır. Bunun biri
Osmanoğulları’nın 1453’ten itibaren Horasan/Azerbaycan medeniyet havzasından
imtina ederek Rum Bizans varisliğine soyunması olmuştur, ikincisi ise
Horasan/Azerbaycan medeniyet havzasının bölgesel cihetten siyasi iradesini
temsil eden Altın Orda devletinin birer öznesi olan Moskova Knezi/Rus Çarı III.
İvan’ın 1472’de Bizans Şehzadesi Zoi Palaiologina/Sofia Palaiologina ile
evlenerek, kendisini Ortodoks Rum/Bizans varisi – Sezar-i Rum ilan etmesi
olmuştur. Osmanoğulları’nın Kayser-i Rum olarak Anadolu Türk beyliklerini ve
onu müteakiben Irak-i Arap, Halep-Şam ve Memluk devletlerini 1502’de ele
geçirip, Rum medeniyet havzasına tabi etmiştir, diğer taraftan Kuzeyden ise Rus
Çarlarının Sezar-i Rum olarak Altın Orda topraklarını birer birer işgal edip,
Horasan/Azerbaycan medeniyet havzasını sekteye uğratarak Rum medeniyet
havzasına tabi etmiştir. Her iki cephede sekteye uğrayan ve katliama tabi
tutulan masum Türkler merkez-Ana topraklara sığınmaya başlamıştır. Böyle bir
dönemde Horasan/Azerbaycan medeniyet havzasının siyasi iradesini temsil eden
Akkoyunlu devleti özellikle uzun Hasan padişah, kültür havzasının siyasi
iradesinin temsiliyetinin sürekliliğinin korunmasında müstesna rol oynamıştır.
O dönem II. Mehmet, Rum medeniyet havzasının siyasi iradesini temsilen Kayser-i
Rum olarak ilan zuhur ettikten hemen sonra kabul ettiği ve ilelebet payidar
kalacağına ve her daim yürürlükte olacağına vurgu yaptığı Kanunname ile
Türklerin asli kurucu unsur olduğu Horasan/Azerbaycan medeniyet havzasına ait
kültürel açıdan hayati önem arz eden bazı resmi ayin ve merasimleri o cümleden
Nevruz Bayramını yasaklamıştır. Bugün İran başta olmakla bütün Türk dünyasında
kutlanan Nevruz Bayramı, Türkiye’de Horasan/Azerbaycan medeniyet havzasının
yöresel unsuru sayılan Kırmanciler dışında içtenlikle kutlanmaması bundan
kaynaklanmaktadır.
10.
Safevî Devleti
(1501-1722)
Tarihen
Avrasya’yı kapsayan Horasan/Azerbaycan medeniyet havzasının dönem itibarıyla en
büyük edebi, siyasi ve askeri dehası sayılan, Avrasya’da Türklerin başına ant
içtikleri, “Şah Dede” olarak hitap ettikleri Şah İsmail, 16. asrın başlarından
itibaren Sultan Hasan’la olan kan bağına ve Timurluların hukuki devlet
vârisliğine dayanarak, büyük devlet yapılanmasına gitmiş ve Safevî devleti’nin
esasını koymuştur. Safevi’lerin devlet ve fikri yapılanması, 1925 tarihine
kadar, Avşar ve Gacar devletleriyle sürdürülmüştür. Safevî devletinin kurucusu
Şah İsmail Hatayi, son padişahı ise Şah Sultan Hüseyin olmuştur. Safevî’ler de diğer
merkez siyasi iradeyi temsil eden Türk devletleri gibi Tebriz’i kendi
başkentleri yapmışlardır. Safevî-Osmanlı (Kayser-i Rum) savaşları ve Moskova
Knyazı Sezar-i Rum ile devam eden soğuk savaş tehditleri karşısında başkentin
Kazvine, daha sonra ise İsfahan’a intikal ettirilmesi kaçınılmaz olmuştur.
Başka bir ifade ile Tebriz’in başkent olmaktan çıkarılmasının en önemli sebebi,
Batıdan Osmanlı Rum Kayserinin ve kuzeyden Türk toprakları hesabına büyüyerek
gelen Sezar-i Rum’un – Çar Rusya’sının tehditleri karşısında Horasan/Azerbaycan
medeniyet havzasının merkez siyasi iradesinin korunup devam ettirilmesi için İsfahan’a
taşınması zorunluluğu doğmuştur. Kayser-i Rum (Osmanlı) ile Sezar-i Rum’un (Çar
Rusya’sı) Rum medeniyet havzasının bayraktarları olarak birbiri ile büyük
rekabet içinde olsalar da Türklerin hâkim ve asli kurucu unsur oldukları
Horasan/Azerbaycan medeniyet havzasının merkez siyasi iradesinin ortadan
kaldırılması ortak hedefleri olmuştur. Bunun içinde hem kuzeyden Sezar-i Rum -Çar
Rusya’sı hem de batıdan Kayser-i Rum – Osmanlı, masum Türklere karşı amansız
bir siyaset tatbik etmiştir.
Modern Türk tarihçilerinin özellikle
Atatürk’ün Türk tarih tezinden imtina eden, Türk İslam Sentezini çalışan, onu ön
plana alan tarihçiler ve siyasilerin Türklüğün merkezi olan İran’ın, Fars
denilen uydurulmuş millet adına mal etmesi ve Türkleri yok saymasının en esas
nedeni, bu tarihi gerçeklikleri çarpıtmaktır. Türk’ün merkezi konumunda olduğu İran’ı,
Farsa mal etmekle Türklerin hâkim ve asli kurucu unsur olduğu Horasan/Azerbaycan
medeniyet havzasına karşı Kayser-i Rum olarak ilan-i vücut eden ve yaklaşık 350
yıl Türkler için amansız düşmanlık eden Osmanlıları Türk ve Türklüğün merkezi
olarak dikte etmektir. Buda açık şekilde İran ve Azerbaycan Türklüğüne en hafif
halde saygısızlık, yok saymak ve arka çevirmektir. Büyük, müreffeh ve güçlü
Türk Birliği istiyoruzsa, bütün bu tarihi konular, birincil tarihi kaynaklar
esasında yeniden objektif şekilde ele alınarak çalışılmalıdır ve
çalışılacaktır, çünkü biz güçlü, müreffeh ve büyük Türk birliğinden vaz geçecek
değiliz…
11.
Avşar Devleti
(1736-1802)
Nâdir
Şah Avşar’ın, Şiî-Sünnî olarak lanse edilen kavgalara yaklaşımı ve bunun çözümü
için yapmış olduğu girişimler, günümüz açısından da oldukça büyük önem arz
etmektedir. İran ve Osmanlı uleması arasında 1159’da (1746) Necef’te
müzakereler yapılmış, bir mutabakat metni imzalanarak mezhep üzerinden
yürütülen davanın ortadan kalkması için Nâdir Şah Avşar tarafından önemli ve
ciddi adımlar atılmıştır.
Nâdir
Şah Avşar’in I. Mahmud’a yazmış olduğu mektupları birer birer gözden
geçirdiğimizde ilginç bir faktı tespit ediyoruz; Nâdir Şah Avşar, I. Mahmud’un
Horasan/Azerbaycan medeniyet havzasının 15. yüzyılın ortalarına kadarki resmi
evraklarında geçen Osmanoğulları’nın “Gemici Türkmen Tayfası” olduğunu, II.
Murad’ın emri üzerine Ali Yazıcızade tarafından iktibas yolu ile yazılan
“Selçuk Name” eserinde “Kayı Boyundan olan Türkmen” ve Ahmedi’in ise “Türkmen”
olarak kaydettiğini göz önünde bulundurarak, Osmanlıları kardeş olarak hitap
etmiş ve Türk/Türkmen’lik üzerinden güçlü bir birliğin oluşturulması için
oldukça büyük enerji sarf etmiştir. Maalesef I. Mahmud ve çevresindeki Rum
kökenli gayri Türk bürokratlar ve Arap kökenli ulemalar buna karşı olmuşlardır.
Nâdir
Şah Avşar’ın Türk-İslam Anlayışı, günümüz Türk dünyasının birlik ve bütünlüğü
için en önemli örnek teşkil etmektedir.
12.
Zendiye
Hükumeti (1750-1794)
Kerim
Han Zend, tarafından esası koyulan hükumet, büyümede yetersiz kalmış ve Şiraz
merkezli bölgesel yapı da olmuştur. Kerim Han Zend’in Şiraz’da hâkimiyeti ele
almasına rağmen sonuna kadar Horasan, Avşar sülalesinin egemenliği altında
devam etmiştir.
Kerim
Han Zend dönemi en önemli devlet sorunu, Kerim Han Zend’in soy itibarıyla halis
Türk ve asilzade olmaması olmuştur. Baba tarafından Lor kökenli Zend ailesine
mensup olduğuna dair ileri sürülen iddialar, onun İran’da halk tarafından bir
Hakan ve Padişah gibi kabul edilmesine mâni oldu. Devlet Keneşi ve Ağ Sakallar
Şurası’nın esas dilinin Türkçe olmasına ve resmi diyalogların esasen Türkçe
yapılmasına bakılmaksızın, halis Türk olmadığına dair yayılmış fikirlerin hâkim
olması yüzünden “İnak Oğlu Çoban Kerim” hitap edilerek aşağılanmıştır.
Sonunda Kerim Han Zend, kendisini Büyük Han veya Padişah olarak ilan etmekten
imtina etmek zorunda kalmış ve tebaaların vekili anlamında kullanılan Vekil-ül-Rüeya
lakabını benimsemiştir. Yeri gelmişken kaydedilmelidir ki, Kerim Han Zend, Lor
kökenli olarak kaleme verilmiş olsa da aile üyelerinin adları hep Türkçe
olduğunu tarihi metinlerden öğreniyoruz, o cümleden babasının adı İnak,
amcasının adı Budak, annesinin adı Beyimağa ve eşi Hadice beyim Ağa Muhammed
Han Gacar’ın teyzesi olmuştur.
Kerim
Han Zend döneminin kültür havzası ve devlet açısından en önemli beceriksizliği,
ülkenin güney sularında İngilizlerin ve kuzeydeki Hazar denizinde Rusların
etkinliklerinin artmasına neden olan antlaşmaları imzalaması olmuştur. Rusların
kuzeyden, İngilizlerin güneyden nüfuzlarını artırması bu dönemden itibaren başlar
ve bu mesele Horasan/Azerbaycan medeniyet havzasının tamamen sekteye
uğramasında ve devlet olarak çöküşe sürüklenmenin esasını teşkil eder.
13.
Qacar/Qecer/Kaçar
Devleti (1794-1925)
Türklüğün
ön planda olduğu, Cengiz Han, Emir Timur ve Safevi devlet varisliğine dayanan Devlet’i-Aliye-i
Gacar, Büyük Ağa Muhammed Han Gacar tarafından esası koyulmuş ve en son
padişahı ise 1925’de azledilen Ahmet Şah Gacar olmuştur. Gacar sülalesi, resmi
devlet kaynaklarına göre Büyük Cengiz Hanın sağ cenah ordu komutanı Garacar
Noyan neslindendir. Garacar Noyan adı zamanla Gacar olarak telaffuz edilmiştir.
Bizim şahsi mülahazalarımıza göre Gacarların kendilerini Cengiz Hanın sağ cenah
ordu komutanı Garacar Noyana bağlamaları esasen siyasi yaklaşım olmuştur, çünkü
Cengiz Han ve Emir Timur Horasan/Azerbaycan medeniyet havzasının siyasi
iradesini temsil eden ve ona tabi olan toplum için İslam sonrası en büyük
siyasi ve nizami/askeri şahsiyetler olarak kabul görülüyordu. Aslında Gacar
sülalesi, Azerbaycan ve Horasan kökenli Hazar tayfasına mensup olmuşlardır. Bu
fikri daha sonralar İran’ın en önemli tarihçilerinden sayılan hürmetli Şirazlı
Abdullah Şahbazi de kabul eder.
Yeri
gelmişken kaydedilmelidir ki, Gacar’ların Türkiye tarihçiliğinde Kaçar olarak yazılması
oldukça yanlıştır ve doğrusu Garacar Noyan adından ortaya çıktığı ve Gacar
olarak kaydedildiğini göz önünde bulundurarak Gacar gibi telaffuz edilmeli ve
yazılmalıdır. Birde unutulmamalıdır ki, 1990’lardan sonra Azerbaycan
Cumhuriyetinin ikinci kurucu Cumhurbaşkanı Ebulfezl Elçibey’in Türkiye’ye
yönelik kullandığı “İki Devlet Bir Millet” fikrinin kurucu babası ve ilk
gündeme getireni Gacar padişahı Muzaffereddin Şah (1853-1907) olmuştur. Gacar
devleti, kenar müdahalelere karşı Osmanlı ile stratejik ittifak oluşturmayı her
daim devlet siyaseti olarak ön planda tutmuştur, maalesef Osmanlı böyle ciddi
bir ittifakın kurulmasına yönelik ciddi adım atmaktan çekinmiştir.
Gacar-Osmanlı ittifak stratejisi Muzaffereddin Şah döneminde daha çok gündeme
gelmiştir. Hatta Gacarların son padişahı Ahmet Şah Gacar ile son Osmanlı
Padişahının kızlarından birinin evlendirilmesi bile Gacar devleti tarafından
gündeme getirilmiş ve ciddiyetle takip edilmiştir. Kan birliğinin oluşturulması
ve Türklük üzerinden güçlü bir birliğin teşkil edilmesi Gacar devleti için
stratejik bir hedefti, ancak Osmanlı zümresinde böyle bir irade yoktu…
Nitekim
Gacar devletinin tahmil edilen korkunç bir soykırım sürecinin ardından 1925’de
ortadan kalkması ile Horasan/Azerbaycan medeniyet havzası hem De Facto hem de De
Jure olarak ortadan kalmış olmuştur. Tarihen Avrasya’yı kapsayan
Horasan/Azerbaycan medeniyet havzası, tahmil ve tahkim edilen yeni modern
ulus-devlet dönemi ile tamamen çökmüş ve onlar birbirine karşı oluşan kültürel
ve siyasal birimlere parçalanmıştır.
Afrika
ve Arap yarımadasında 22’yı aşkın Arap Emirliği ve devleti oluşturulmuş ve
Türk/Acem karşıtı sülaleler üzerinden oluşturulan devletlerin eğitim sistemi
ise esasen Horasan/Azerbaycan medeniyet havzasının medeni birikimine ters
biçimde Emevî tefekkürüne dayalı Selefi ve Vehhabî ilkelerine dayalı olmuştur.
Hindistan
yarımadasındaki Türk İslam egemenliği de 1858’de ortadan kaldırıldıktan sonra
bütün oluşumlar Horasan/Azerbaycan medeniyet havzasının aleyhine oluşturulmuştur;
İslamiyet yerine Hinduizm, Farsça ve Türkçe yerine Hintçe ve İngilizce hâkim
olmuş ve nitekim Azerbaycan ve Horasan erenleri ve onlarla beraber hareket eden
Müslüman kitle mahkûm konuma indirgenmişlerdir.
Tabiri
caizse Uluğ Türkistan’ın doğu bölgeleri- Mençurya’dan Hoten ve Urumçi’ye kadar
uzanan bölgeler Çin Halk Cumhuriyeti’nin siyasi egemenliğine dahil olarak Çin
kültür havzasının birer parçası olmuştur. Yeri gelmişken kaydedilmelidir ki,
Doğu Türkistan olarak tanımladığımız Uygurların Çin Halk Cumhuriyeti döneminde
kendi dil ve eğitimlerinde kısmen serbest olmalarına bakılmaksızın tarihten
tecrit ve soyutlanmış suni şekilde oluşturulmuş olan ortografik yöntem,
Uygurların tarihle ilgisini ve medeni bağını koparmak üzeredir, çünkü Çin’de
Arap alfabesi üzerinden yeni oluşturulmuş ortografik yazımla hiçbir tarihi
metnin okunması mümkün değildi. Mesela bugün Doğu Türkistanlı bir eğitimli
kardeşimiz, Hemedanlı Residüddin Fazlullah’ın Tebriz’de yazdırmış olduğu “Câmiu't-Tevarih”
eserinin birçok Türkçe nüshalarını o cümleden Uygur kökenli Mirza Muhammed
Haydar Köreken tarafından Türkçe hazırlanmış “Tarihi Reşidi” nüshasını veya son
dönem tahminen 80 yıl önce merhum Muhammed Emin Buğra tarafından yazılmış olan
“Şarki Türkistan Tarihi” gibi önemli eserleri bile okuyamaz haldelerdir. İlginç
olan şu ki, Doğu Türkistan uğrunda mücadele eden kardeşlerimiz bile Çin Halk
Cumhuriyeti’nin eğitim sistemi tarafından yanlış yöntemlerle hazırlanmış olan
bu ortografik esasları kullanıyorlar…En azından klasik ortak Türkçede
kullanılan rayiç ortografiği esas yazım kuralı olarak yeniden ihya etmeleri ve
bu alanda kültürel faaliyetlerini artırmaları gerekmektedir.
Horasan/Azerbaycan
medeniyet havzasının siyasi iradesinin birer parçası olan Orta Asya başta
olmakla Sibirya ve diğer bölgeler 400 yıl önceden başlayarak Sezar-i Rum olarak
bilinen Çar Rusya’sı tarafından işgale tabi tutulmuştur ve Kafkasya ise 220 yıl
önce Horasan/Azerbaycan medeniyet havzasının merkez siyasi iradesinden savaş
yolu ile koparılarak işgal edilmiş ve nitekim Çar Rusya’sı üzerinden Rum
medeniyet havzasının sömürüsüne mahkûm olmuşlardır. Buradaki Türk ve akraba
topluluklar, Çar Rusya’sı ortadan kalktıktan sonra yerinde kurulan Sovyet
Sosyalist Cumhuriyetleri Birliğinin terkibinde kalmışlar ve bu süreç, 1990’lara
kadar devam etmiştir.
Son
aşamaya kalan Gacar ve Osmanlı’nın yerine Modern Ulus-devlet dönemi iki farklı
sistem hâkim olmuştur. 1453’ten beri Türklüğün inkâr edildiği, ezildiği, tahkir
ve aşağılandığı, Ziya Gökalp’in ifadesi ile dersek; yobaz, köylü, taşralı,
anlamaz, Kızıl Baş ifadeleri ile tahkir edilmek istenen Türklüğün yokluğa mahkûm
edildiği Anadolu’da, 23 Temmuz 1908'de yeniden ilan edilen Meşrutiyetle modern
Türklüğün yeniden ihyası hareketi büyük yol katetmiş ve 1923’de Mustafa Kemal
Atatürk’ün önderliğinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti ile taçlanan Türklük devlet-millet
kimliği olarak ön plana alınmıştır.
İslam
öncesi mübahaseli tarih dışında son 1200 yılın Farsça, Türkçe, Arapça ve diğer
yerli dillerdeki mektup tarihe göre Türk olarak tanımlanan halkın merkezi
olarak görülen ve asli kurucu unsur olduğu Horasan/Azerbaycan medeniyet
havzasının ana beşiği sayılan, Türk devlet ve medeniyetinin sürekliliğinin
temin edilmesi için sayısız şehitler veren, 19. yüzyılın ortalarında Hindistan
yarımadasında Türk devlet ve medeniyetinin korunması, bekası için Ebdul Samed Han Tebrizlinin önderliğinde gönderilen
Horasan-Azerbaycan kuvvetlerinin başlatmış oldukları halk hareketleri ve kurmuş
oldukları mukavemet cepheleri ve Hindistan’da uğramış oldukları yenilgiden
sonra Orta Asya’da güneyde İngiltere’ye, kuzeyde Çar Rusya’sına karşı
Gacar’ların yanında duracak, Hive, Buhara merkezli Türk devletinin kurulması
için yine Ebdul Samed Han Tebrizli ve etrafındaki kuvvetleri seferber eden ve
son kanlarına kadar orada savaşıp şehit düşen Türkün yiğit evlatlarının yurdu
olan İran’da 1917-1921 arası tahmil ve tahkim edilmiş olan inhilal, izmihlal ve
soykırım denilecek olaylar sonrası yapılan 21 Şubat 1921 darbesiyle Türk ve
Türklüğün rafa kaldırıldığını, Türk dilinin tamamen kesin bir şekilde
yasaklandığını ve Fars dili üzerinden Tevrat yorumuna dayalı Pers düşünce
sistemini benimseyen bir devletin – Pehlevi devletinin kurulduğu ilan
edilmiştir. Kaydedilmelidir ki, bu beş yıllık olaylarda (1917-1921) İran’ın
nüfusu 18 milyondan 10 milyona düşmüştür, yanı ülke nüfusunun tahminen yarısı
ölmüş, öldürülmüş veya acından kırılmıştır. Bu konuyla ilgili geniş bilgi için
“Türk İran’a Persliğin dayatılması”, “Türk Dünyasında Soykırım I. cilt”,
“İran’ın Jeopolitiği” adlı eserlerimize müracaat edilebilir.
Burada
kısa şekilde kaydedelim ki, bu süreçte iç faktör olarak tarihi, siyasi ve fikri
yapılanmanın esasını oluşturan kişi, köken Bağdat Yahudilerinden olan, bize
göre Farisiye tarikatının açıklanmamış üyesi olan Muhammed Ali Frugi olmuştur.
Muhammed Ali Frugi, İran’da 1925’te resmi şekilde Rıza Han’ın başına kendi
eliyle sözde Keyani tacını koyarak kurulduğunu ilan ettiği Pehlevi devletinin
iç faktör olarak fikri babası olmuştur. İran’da Türk saraylarının Emevî dönemi
Arap dil inhisarına ve gayri Arapların mevali olarak değerlendirildiği siyasete
karşı kurguladığı Fars dili üzerinden Tevrat yorumuyla Türk ve Türklüğü
büsbütün yok sayacak bir devlet yapılanmasına gitmiştir. Muhammed Ali Frugi, bu
alanda Türkiye’de yenice kurulmuş olan Türk devletini de kullanmak istemiştir.
Bunun için Kara su üzerinden tahminen 13 kilometrelik toprak parçasının hediye
edilmesiyle Türkiye’nin Turan’a açılan kapısı sayılacak Nahçıvan’a bağlanmasını
temin etmiş ve bunun karşılığında İran’ın Pers/Fars millet yorumuna desteğini
almak istemiştir. Ancak Atatürk, yazdırmış olduğu Türk Tarih Tezi ile İran’ın
asıl bir Türk yurdu olduğu tezini esas almış ve hatta İran adının bile Türk
olduğuna, oradaki medeniyetin büyük oranda Türklere ait olduğuna vurgu yapmış
ve nitekim İran’ın Türklüğünü savunmuştur. Bu ise bölgedeki modern ulus-devlet
dönemi yeni yapılanmaya ayak uydurmaktan kaçınmaktı ve belli daireler
tarafından kabul görülmedi ve yeni düzene tam ayak uydurmaktan kaçınan Mustafa
Kemal ile Rıza Han Pehlevi her ikisi de sonraki olaylarla sıra dışı
bırakıldılar. 1930’larda Hitler, Türkiye ve İran’ın Türklük üzerinden
ittifakının temin edilmesi ve müttefik kuvvetlere karşı Almanya’nın yanında
durmasını temin etmek için bir siyaset yürürlüğe koymuştur. Borçalı kökenli
muhacir bir Türk ailesine mensup Rıza Han Pehlevi ile Selanik kökenli
(Atatürk’ün Tebriz kökenli Türk olduğu da tartışılır) muhacir ailesine mensup
Mustafa Kemal’in Türklük üzerinden ittifakının sağlanması için Tahran ve
Ankara’ya Büyükelçi olarak en yakın güvenilir bürokratlarını göndermiştir.
Ciddi bir süreç başlanmıştır. Bu süreçten haber alan müttefik kuvvetlerine ait
istihbarat yetkilileri işe müdahil olmuştur. Sonuç itibarıyla 1938’te Atatürk
vefat etmekle Türkiye’deki süreç iflasa uğramıştır ve bunu müteakiben 1941
darbesiyle Rıza Han Pehlevi
Güney Afrika’nın Johannesburg şehrine sürülmüş ve orada ölüme terk
edilmiştir. Konuyla ilgili Rusya Federasyonu Milli Arşiv Merkezi tarafından
SSCB’ne ait açıklamış olduğu belgelerde daha geniş bilgiler vardır. Bu konunun
Türkiye kısmıyla ilgili kısmi olsa da Uğur Mumcu “40’ların Cadı Kazanı”
eserinde değinmiştir. Bu arşiv belgeleriyle ilgili İran’da da İran kısmına
odaklı Kave Bayat gibi yazarlar farklı prizmalardan değinmişlerdir.
Atatürk’ten
hemen sonra 1940’lardan itibaren Türkiye resmen Atatürk’ün 6-7 bin yıllık yerli
Medeniyet İnşasına esaslanan Türk Tarih Tezinden imtina etti. Atatürk’ün
medeniyet inşasına esaslanan tarih tezine karşı Soğuk Savaş ve onu müteakiben
Yeşil Kuşak dönemine ait dönemsel gereksinimlere yönelik yapılmış hesaplara
göre tamamen gayri ilmi, siyasi ve konjonktürel çıkarlara esaslanan sözde Türk
İslam Sentezcilerinin millet ve milliyet düşünceleri hâkim konuma getirtilmeye
çalışılmıştır. Atatürk’ün rafa kaldırılmış olan medeniyet inşasına esaslanan
tarih tezine karşı ön plana alınan Türk İslam sentezi ise tamamen siyasi ve
ideolojik bir yaklaşım olmuş ve 1071 Malazgirt savaşına ve onu müteakiben
Alperenlik, Cihat ve Cihatçılığı, başka bir ifade ile Komünizme karşı savaşı ön
gören bir millet ve milliyetçilik yorumlanmış ve resmi tarih olarak ön plana
alınmıştır. Bu sentezin görülmeyen ve asla dikkat edilmeyen korkunç tarafı ise
Atatürk’ün yazdırmış olduğu tarih tezinde kabul etmediği ve reddettiği mesele,
yanı İran’a dayatılan Persliğin kabul görülmesi ve savunulmasıdır. İran’ı Perse
mal etmekle Turan kurmayı yeğleyen ve Türkün bin yıllarca süren yerli medeniyet
inşasına dayanan tarih anlayışını rafa kaldıran, onu sadece savaşla eşdeğer
yapan, onu SSCB ile Çin Halk Cumhuriyeti’ne karşı suiistimal eden, savaş
makinesine dönüştürmeyi amaçlayan sentezciler, İran’ın asli kurucu unsuru olan
Türklüğe de ihanet etmişlerdir, dersek abartmamışız.
Burada
bunu da kaydedelim ki, Atatürk’ün Türk tarih tezinin bizim tarafımızdan kabul
görülmesini sağlayan en önemli tarafı, 6-7 bin yıllık yerli medeniyet inşasına
dayalı olmasıdır. Tabi abartılmış tarafları ve düzeltilmesi gereken bilimsel
kusurları vardır. Bize göre en önemli yanlışlığı ise 6-7 bin yıllık
Horasan/Azerbaycan uygarlık üreten medeniyet havzasını ve tahminen 2700 yıllık
ona karşı alternatif medeniyet inşasına dayanan Rum medeniyet havzasının
sentezleştirilmesidir. Büyük ihtimal buda jeosiyasi gereksinim olarak ele
alınmıştır.
6-7
bin yıllık yerli medeniyet inşasına dayanan Horasan/Azerbaycan medeniyet
havzasının asli kurucu unsurunun Türk olmasının yanı sıra diğer bütün yöresel
ve bölgesel unsurların varlığıyla bir bütünlük içinde gelişip büyümüştür. Buna
göre de kültür havzasının bütün yöresel ve bölgesel unsurları, asli unsurla
beraber bir bütünlük içinde değerlendirilmelidir. Birinin diğerine üstünlüğü
kültür havzasının inşası ve yeniden ihyası için en büyük engel olduğu fikri
kabul görülmelidir.
1979
İran İslam Devrimi ile bölge jeopolitik düşünce açısından yeni bir aşamaya
girmiştir. Asli kurucu unsurunun Türk olduğu İran’ın Tevrat üzerinden
yorumlanan Pers düşünce sistemi ile yürüyebileceğinin mümkün olmadığı
anlaşılmış ve yeni fikir yapılanmasına gidilmiştir. İslami Devrimden hemen
sonra Laricani ailesine mensup Muhammed Cavad Erdeşir Laricani tarafından
1980’lerin ilk yıllarında Ümmülkura/ أمّ القرى
teorisi ile tabiri caizse Osmanlının Türk karşıtı İslam anlayışının tarihi
misyonunu devlet siyaseti olarak ileri sürmesi ve bazı daireler tarafından yeni
kurulan devlete bir anlamda dikte edilmesi olmuştur. Başka bir ifade ile mevcut
İran İslam Cumhuriyeti, bir tabirle Osmanlının tarihi misyonunu üstlenmiştir.
Osmanlının siyasi ve tarihi misyonunu üstlenen İran İslam Cumhuriyeti ile
paralel şekilde Türkiye’de de 12 Eylül 1980 darbesi ile Türk İslam
sentezcilerinin önü açılmış ve netice itibarıyla Osman Turan’ın adı ve
soyadında olduğu gibi Türk denildiğinde Turan, İslam denildiğinde ise Osmanlı
eşanlamlı olarak alternatif devlet ideolojisi gibi ön plana alınmıştır.
Bir düşünelim; M. C. Erdeşir
Laricani’nin Türk karşıtı Osmanlı misyonunu dikte eden Ümmülkura teorisi İran
İslam Cumhuriyeti tarafından devlet ideolojisi gibi kabul edilmeseydi ve kendi
asli kurucu unsuru olan Türkleri yok saymasaydı, 1991’de Sovyet Sosyalist
Cumhuriyetleri Birliği dağıldıktan hemen sonra Orta Asya ve Kafkasya’da ortaya
çıkan yeni Türk cumhuriyetlerinde İran’ın tarihen olduğu gibi yeniden lider
konumunda alana dahil olması ve kardeşlik bağları üzerinden geniş ve derin
etkileşim ağının kurulması an meselesiydi. Ancak Erdeşir Laricani’nin Türk
karşıtı Osmanlı misyonunu dikte eden Ümmülkura teorisi, İran’ı tamamıyla ters
yöne itmiş ve netice itibarıyla kültürel, siyasal ve ekonomik açıdan ülke için
büyük kayıplara neden olmuştur.
SSCB’nin 1991’de parçalanması ve onu
müteakiben yeni Türk Cumhuriyetlerinin doğması ile Türk Birliğine giden yol Turan
esas konu olarak belli dairelerde konuşulmaya başladı. Maalesef İran’da o dönem
Muhammed Ali Frugi’nin fikri temellerini koyduğu Türk karşıtı Pers düşünce
sistemini içten benimsemiş ekiplerin yanı sıra Muhammed Cavad Erdeşir Laricani’nin
Ümmülkura teorisi ile Osmanlının Türk karşıtı İslam anlayışını devlet
ideolojisi olarak benimsemiş kesimlerin hakimiyette geniş nüfuza sahip
olmalarından dolayı, İran resmi surette bölgemiz için oldukça büyük önem arz
eden bu konuya olumlu yaklaşamadı. 1990’ların başlarında Türk dünyasında
özellikle belli ülke başta olmakla Türkiye ve Azerbaycan’da belli dairelerde
açıklanmadan Türk Birliği Turan söz konusu yapılırken İran’da hakimiyette
söz sahibi olan Ümmülkura teorisini devlet ideolojisi gibi benimsemiş sert
gücün yanı sıra yumuşak güç olarak M. A. Frugi eksenli kesimler ve Frugi’nin
mevcut durumda fikri mümessili sayılan Seyyid Hüseyin Nasr (1933, Tahran, İran)
ve onun sistemdeki hem fikirlileri, İran Türklüğünü daha çok ezip, etkisizleştirebilmek
için Türk Birliği Turancılığı her halde İran karşıtı bir yaklaşım olduğunu ısrar
ile rapor edir ve İran İslam Cumhuriyetinin çok sahalı, çok aygıtlı sistemin
sert ve esas karar vericilerini bu oluşuma karşı olmasını ve en azından lakayt,
ilgisiz ve umursamaz kalmasını sağladılar.
Hal bu ki, o dönem konuyla ilgili
İran’da devlet aklıya yaklaşan, meseleye tarihi ve siyasi cihetten derinden
hâkim olan bir ekip sorumluluk almış olsaydı, bu süreci İran karşıtı
Turancılığa yönlendirmek isteyenlere karşı İran dahil güçlü Türk Birliği
çizgisine getirmek daha kolaydı. Maalesef her iki tarafta grup çıkarlarını
düşünenlerin karar verici mevkilerde bulunması, süreci oldukça olumsuz etkiledi
ve netice itibarıyla oluşabilecek muhtemel güçlü, büyük ve müreffeh Türk
Birliğinin yerine faktiki şekilde İran karşıtı Turan olmasını isteyenlerin eli
geniş biçimde açık bırakılmış oldu. Nitekim gelmiş olduğumuz sonuçta Türk
Birliğinden ziyade İran karşıtı Turan oluşumunu isteyenlerin esas rol oynadığı
bir dönemeçte bulunmaktayız.
Büyük Britanya’nın Cihan Hakimiyeti
Teorisinin esasını koyan, Cengiz Han ve Emir Timur’un hukuki varisi olan İran
Gacar devletinin dönem açısından İngiltere karşıtı en yakın müttefiki sayılan
ve gün geçtikçe büyüyen Çar Rusya’sına karşı Turan’ın Osmanlı üzerinden baskı
vasıtası olarak kullanmayı yeğleyen Benjamin Disraeli’in (1804-1881) yanlış
küresel teorisi büyük kayıplara sebep olmakta devam etmektedir. Bir kere
anlaşılmalıdır ki, bu yersiz kayıpların durdurulması için Rusya Federasyonu ve
Çin Halk Cumhuriyeti’ni bir anlamda eş güçler olarak birbirinden yararlanma ve
faydalanma siyasetini esas alan İran dahil büyük, güçlü ve müreffeh Türk
Birliğine ihtiyacımız vardır. İran’a karşı Turan oluşturma cehtleri, bölgemiz
için büyük facialara kapı aralamaktır. İngiltere’nin konuyla ilgili Jack Straw gibi
deneyimli, uzman, önemli devlet adamları ve ünlü bürokratları, Benjamin
Disraeli’in bu yanlış stratejisine yeniden bir bakış geçirmeli ve gerekli
düzelişler edilmelidir. Bu ıslah ve düzeltmeler, İngiltere’nin Avrasya’ya,
özellikle İran dahil Türk dünyasına yönelik kendi devlet çıkarlarıyla beraber
bölgemiz için gereklidir.
İran içi Türk ve
Türklüğün fikri ve medeni cihetten etkinliğinin ortadan kaldırılmasını
amaçlayan ve Tevrat yorumlu Pers düşünce sisteminin müellifi sayılan Muhammed
Ali Frugi’lerin ve onun günümüzde tasavvuf kılığına girmiş temsilcisi Seyyid
Hüseyin Nasr’in Pers İran’la paralel Türkiye’nin de sözde büyük Osmanlı
İmparatorluğuna dönüştürülmesi farazileri ve bu farazilere inanan bazı Yeni
Osmanlıcılar, biler bilmez İran ve Türkiye başta olmakla Asya’nın orta
şeridinde oluşabilecek güçlü, büyük ve müreffeh Türk Birliğine zarar
veriyorlar.
Türk Birliği, başka bir
ifadeyle Türklerin asli kurucu unsur olduğu tarihi Horasan/Azerbaycan medeniyet
havzasının Asya’da yeniden ihya edilmesi küresel özellikle bölgesel boyutta iki
cihetten hayati önem arz eder;
1.
Türklerin asli kurucu unsur olduğu
tarihi Horasan/Azerbaycan medeniyet havzasının mevcut durumda İran ve Türkiye
başta olmakla Azerbaycan dahil güney Kafkasya, Türkmenistan, Özbekistan,
Kazakistan, Tacikistan ve Kırgızistan’da yeniden ihya edilmesiyle bölgenin
kültürel bütünlüğünün temin edilmesi ve kurulacak ciddi siyasi iş birlikleriyle
barış içinde refah ve gelişimin önünün açılmasıdır. Ayrıca Afganistan, Pakistan
ve diğer bölge Müslüman ülkeleriyle kültürel ve dinsel açıdan var olan derin tarihi
bağları üzerinden farklı bir platformda iş birliklerini artırarak çeşitli
birliktelikler oluşturulabilir.
2.
Siyasi cihetten güç ve denge unsuru
olarak; Rusya Federasyonu, Hindistan ve Çin Halk Cumhuriyeti ile dengelenmiş
güç unsurları gibi barış, refah ve gelişimin önündeki engellerin kaldırılması
sonucunda güvenliğin sürekliliğinin temin edilmesidir.
İran’ın Türklüğü ve hatta
Türklerin tarihen ata-baba yurdu olduğuyla ilgili kısa şekilde sadece şu sübutu
hatırlatmamız yeterli olur diye düşünüyorum; tarihi
metinlerden tespit ettiğimize göre 15. yüzyılın sonlarına kadar Türk ve
Türklükle ilgili tarihi eserlerin tamamına yakını ve 18. yüzyılın sonlarına
kadar ise büyük çoğunluğunun İran’da yazıldığı gerçeğidir. Mesela ilk Türkçe
İslami metin olan Hz. Ali’nin Müslümanlara hitaben yazdırmış olduğu fermanın
hk. 450/m.1058’de Tebriz’de Tebrizli Aclan (Za’hak b. Aclan/ضحاک بن عجلان)
tarafından Arapçadan Türkçeye satır altı olarak çevrildiği tarihi metindir.
İkincisi Selçuklu Tebaası Mahmud Kaşgarlının “Divan Lugatit Türk” eserinin hk.
469 / 09 Ocak 1077 tarihinde İran’da – İsfahan veya Tebriz’de yazılması
gerçeğidir. Üçüncüsü Yusuf Has Hacib’in hk. 462 / m. 1069-1070 tarihinde yazmış
olduğu “Kutadgu Bilig” eserinin Firdevsi’nin “Şah Name” eserinin birer Türkçe
örneği olması gerçeğidir. Dördüncüsü 12. asırda “Atabetü'l-Hakayık” eserinin
yazarı Edip Ahmed Yükneki’nin Selçuklu tebaası olması gerçeğidir. Bunlarla
beraber 18. yüzyıla kadar yazılmış olan “Dede Korkut” ve yüzlerce “Oğuz
Namelerin” tamamına yakınının İranlı veya İran’da yetişmiş ulema tarafından
yazılması gerçeğidir. Diğer onlarca sübuttan biri de 1453’ten
1908’e kadar Kayseri-Rum’un (Osmanlı’nın) Türk karşıtlığı, Sezari-Rum’un (Çar
Rusya’sının) ve Hindistan’daki Babür Türk devletine karşı olan unsurların Türk
düşmanlığından hiçte az olmamıştır. Ve en önemlisi ister Osmanlı hakimiyetinde
olsun ister Çar Rusya’sında olsun ister Hindistan yarımadasında olsun, katliama
uğrayan Türklerin yegâne sığınacak yerleri ata yurtları İran olmuştur. Ancak
modern ulus-devlet dönemi, Azerbaycanlılık Bakü’ye, Türklük Anadolu’ya ve
Türklerin/Azerbaycanlıların asli kurucu unsur olduğu İran’a ise Pers düşünce
sistemi üzerinden Türk ve Azerbaycan karşıtı bir kimlik tahmil edilmiştir.
Nitekim Tebriz başta olmakla İran Türklüğü modern ulus-devlet döneminin en büyük
kurbanları olmuştur. Azerbaycanlılığını ön plana aldığında Bakü’ye, Türklüğünü
ön plana aldığında yeni Türkiye’ye ve kendi ülkesi İran’ı ön plana aldığında
ise tahmil edilen Persliği kabul etmek gibi bir çıkmaza itilmiştir. Bu adil
olmayan ve beşeriyet aleyhine cinayet niteliğinde değerlendirilebilen paylaşım
mutlaka değiştirilmelidir.
Türkiye-İran ilişkilerinin
niceliği, Türk Dünyası başta olmakla bölgemizin ve genel olarak Batı Asya’nın
geleceğinde oldukça büyük önem arz eder. Tahminen son yüz yılda, İran-Türkiye
ilişkilerinin fikri temelleri söylenilmese de esasen Muhammed Ali Frugi ve onun
mutasavvıf kılığındaki temsilcisi Seyyid Hüseyin Nasr’in ve M. C.
Erdeşir Laricani’nin Ümmülkura teorisi üzerinden kurgulanmıştır. Ancak 2018
yılından itibaren naçizane tarafımca ileri sürülen Horasan/Azerbaycan medeniyet
havzasının yeniden ihya ve inşasına yönelik fikirler esasında resmen siyasi müsteviyeye
taşınan ve İran’da sorumluluk alacak güçlü ve etkin kesim tarafından
desteklenen objektif tarihi verilerle örtüşen Türklük anlayışı üzerinden İran
dahil büyük, güçlü ve müreffeh Türk Birliği çizgisidir.
Mevcut durumda Türkiye ve
Azerbaycan’da ve ilgili bütün taraflarda sorumluluk üstlenecek kardeşlerimizin
ileriye dönük Türklükle ilgili verecekleri önemli bir karar vardır;
İran-Türkiye ve İran-Azerbaycan ilişkilerinin Muhammed Ali Frugi ve onun
mutasavvıf kılığındaki temsilcisi Seyyid Hüseyin Nasr’in veya M. C. Erdeşir
Laricani’nin Ümmülkura teorisini, yoksa Rahim Cavadbeyli’nin Horasan/Azerbaycan
medeniyet havzasının yeniden ihyası çerçevesinde bütün yerel ve bölgesel
unsurlara yönelik kucaklayıcı, hak ve hukuklarını tanıyan, içtenlikle
benimseyen ve barış içinde İran dahil büyük, güçlü ve müreffeh Türk Birliğini
vadeden fikri mi esas alacaklar?
Tabii 2018’den beri bize karşı olan
resmi tavırların birçok meselenin ne halde olduğunu, nasıl ve hangi düşüncenin
takip edildiğini görür ve anlıyoruz. İran’ın Türk Devletleri Teşkilatına resmen
davet edilmesi ve başlatılacak sürecin bizim tarafımızdan yürütülmesine yönelik
bir diyalog ağının kurulmasını müteakiben birilerinin İran’ın birlik ve
bütünlüğünü hedef alan haritayla ortaya çıması kimin neyi nasıl düşündüğünü ve
nerde durduğunu göstermiştir.
İran dahil büyük, güçlü ve müreffeh
Türk Birliği, sadece Türkler için değil, tarihen Avrasya’yı kapsayan Türklerin
asli kurucu unsur olduğu Horasan/Azerbaycan uygarlık üreten medeniyet
havzasının bütün yerel ve yöresel unsurlarının birlik ve bütünlüğü için elzem
olmanın yanı sıra Avrasya, özellikle Asya’da güçler arası rekabette denge
unsuru olarak kaçınılmaz bir gereksinimdir. Bunun için Türkiye, Azerbaycan,
İran Türklüğü başta olmakla Dünya Türklüğü bir bütün olarak hareket etmelidir.
Bu sürecin lokomotifi ise Türkiye ve İran Türklüğünün bir platform ve konsept
etrafında ön yargılardan arınmış şekilde ciddiyetle birleşmesi ve ortaya
konulacak siyasi ve medeni bakış ve faaliyet çerçevesidir.
Son söz olarak; mevcut
doktrinin uygulanabilmesi için vaktiyle Benjamin
Disraeli tarafından Çar Rusya’sına karşı kullanmak amacıyla ortaya konmuş olan
sözde Turancılıktan mutlaka vaz geçilmelidir, çünkü mevcut şartlarda bunun
Osmanlıcılar tarafından İran Türklüğüne karşı manipülatif vasıta olarak
kullanıldığı tespit edilmiştir. Turan adlı oyuncağın rafa kaldırılmasının
zamanı gelmiştir. Bunun için hürmetli Jack Straw gibi deneyimli, uzman, önemli
devlet adamları ve ünlü bürokratların üzerine ciddi görevler düşüyor. İkincisi Nikolay İvanoviç İlminskiy’nin Orta Asya’daki Türk dili,
edebiyatı ve kültürel zemindeki ayrıştırma faaliyetleri ve Kafkasya’da Türklere
yönelik “Vatan Dili” eserinin müellifi Aleksey Osipoviç Çernyayevski gibi dil
uzmanlarının vaktiyle arkasında duran siyasi aklın günümüzdeki yerel mümessillerinin
meseleye yeniden eğilmeleri ve söz konusu kültürel ve siyasal alanlara dair tarihi
objektif yaklaşımların hâkim olması gerekmektedir.
Ümit ederim bu çalışma, vaktiyle 18. , 19. ve hatta 20 yüzyılın
ortalarına kadar fikri cihetten bilimsel olmaktan ziyade siyasi amaçlarla
Horasan/Azerbaycan medeniyet havzasını yok sayan ve birbirine zıt şekilde
üretilerek ortaya atılan “Hint-Avrupa Köken Birlikteliği”, onu müteakiben
“Aryan” ve “Ural Altay” nazariyelerinin “The Royal Society”, “Academie des
Sciencesile”, “Asiatic Society of Bengal / Bengal Asya Topluluğu”, “Büyük
Britanya ve İrlanda Kraliyet Asya Topluluğu/The Royal Asiatic Society of Great
Britain and Ireland”, “Sankt-Petersburg Bilimler Akademisi” gibi merkezler
tarafından pohpohlanarak yayınlanması ve küresel boyutta resmi, siyasi ve
tarihi anlayış olarak kabul görülmesinde müstesna rol oynayan bu merkezler,
bugün bu çalışmamızı da yayınlayarak güncel bilimsel bir konu olarak çeşitli
seminer, konferans ve sempozyumlarla ele alınmasına ve tartışmaya açılmasına
destek olurlar.
Ankara
Türkiye
[1]
Yazar, eğitimini İran, Azerbaycan ve Türkiye’de tamamlamıştır. Lisans ve ilk
Yüksek lisansını Azerbaycan’ın AMAKA enstitüsünde Hukuk ve Uluslararası Hukuk
üzre tamamlamıştır. İkinci Yüksek Lisans ve Doktorasını Türkiye’nin Gazi ve
Hacı Bayram Veli Üniversitelerinde Uluslararası İlişkiler üzre bitirmiştir.
Geniş arşiv çalışmalarında bulunmuş; Türkçe, Farsça ve kısmen Arapça tarihi
metinlere hâkim konumdadır. 25 yıldır siyasi tarih çalışıyor. İran, Kafkasya,
Orta Doğu, genel olarak Batı Asya ve Türk Dünyası alanında derin birikime sahip
uzman, Horasan/Azerbaycan Uygarlık Üreten Medeniyet Havzası fikrinin müellifi
olmanın yanı sıra
siyasi tarihçi ve stratejisttir. İran Türklüğünün tanınmış önemli siyasi
şahsiyetlerindendir.
Hiç yorum yok